21.11.2024 - EHLİ SÜNNET MEDYA
Ehli Sünnet Medya

Ayet Uyduranlara dikkat! Mustafa Karataş’a cevap

Besmele, hamd ve salat-u selamdan sonra…

Şartlar ve zemin hazırlandı… Düğmeye basıldı… Birileri artık ayet uydurmaya başladılar… Hadis uydurma iddialarının gürültüsü ve gölgesi şalıyla ayet uydurmalarını örtüyorlar… Bu yazımızda uyanık geçinen iki ilim ve Ehl-i Sünnet düşmanı yobaz vatandaşımızın sözlerini ele alacağız. Haddizatında değmese de saf zihinlerin fesadına dalga kıran olması emeliyle üzerlerinde bazı tahlillerde bulunacağız. Geniş dairede oynanan oyunun ne kadar sinsi ve tehlikeli olduğunun gün yüzüne çıkmasına yardımcı olmaya çalışacak, dar dairede de bir Karataş, bir de Koyuncu vatandaşımıza ait iki hezeyan üzerinde duracağız…

Ezcümle ilim ve talebe düşmanı modern yobaz vatandaşlarımızdan biri bakın ne diyor:

“Şakirt yetiştiriyoruz diye eşkıya yetiştiren Fetö, bu milletin 40 yılını çaldı. Oyun değişti; talebe diyerek tâliban yetiştirenlere dikkat!..”

Biz de diyoruz ki:

Onun bu sözleri, birçok yanlıştan ve kronik bir zihniyet bozukluğundan doğmuştur:

Birincisi: Görünen o ki, bu vatandaş birçok mevzuda hemen hiçbir şeyi bilmediği yahut bildiğini hatalı bildiği gibi şu sözünü ettiği işin zamanını ve tarihini de bilmiyor. O yüzden tarihleri de haberleri de asılsızdır. Doğrusu, Fetö tarihi, şu -ellerine tutuşturulan bombanın gösterilen hedefe atılamadan patladığı son iki üç sene hesaba katılmazsa- kırk değil, elli senelik yani yarım asırlık bir tarihtir…

İkincisi: Vatandaşımız, verdiği bu haberinde yine doğruyu bilmiyor ve doğru haber vermiyor yahut bilerek yanlış konuşuyor. Öyle ki: Fetö, sanıldığı ve iddia edildiği gibi milletin elli senesini çalmadı. Eğer denildiği gibi çalmak fiili başkasının (koruma altındaki) malını gizlice almak ise burada asla çalmak diye bir şey yoktur. Aksine hâkim güçler tarafından varılmak üzere tayin edilen hedefler vardı. Karar verilmişti. Bu vatandaşın da o sözünü ettiği ve karalamak istediği talebe yetiştirme işinin hızı, hatta boğazı kesilecek, kökü kazınacaktı. Fetö bu büyük işin ihalesini kapan sırada bekleyen taşeronların belki de birincisiydi. İşte görülecek bu hizmet karşılığında bir ücret olarak Fetönün önü açılmıştı. Rüzgârlar arkasından estirilmişti. Bu suretle de Milletin bu elli senesi ona yaptığı bu hizmet karşılığında bir bedel olarak verilmiş idi. Sizin anlayacağınız Milletin yarım asrı bu hedef ve hizmetler mukabilinde bilerek ve kasten harcanmıştı; iddia edildiği gibi çalınmamıştı. Biraz daha açacak olursak… Tevhid-i Tedrisat, medreselere -Türkiye’nin bilhassa doğusunda- kâfi miktarda diş geçirememişti. Oysa onlar sistemin varlığı ve bekası için tamamen imha edilmeliydiler. Köklerini büsbütün kurutmak gerekiyordu… Onun için birçok tedbir yanında PKK gibi çok pahalıya mal olacağı kimileri tarafından başta bilinse de bazılarınca ancak sonradan görülecek ve anlaşılacak olan çok derin bir resmi proje devreye sokulmuştu. Ancak iş hiçbir şekilde şansa ve oluruna bırakılamazdı. Hedef başka cephelerden de ateş altına alınmalıydı. Muamelenin âciliyeti vardı. Daha da hızlandırılmalıydı. Hulâsa medreselerin, hatta Kuran kurslarının önlerinde derin hendekler kazılmalı, uçurumlar açılmalıydı. Eskiden acemice yapıldığı gibi kapılarına kilit vurma yerine yolları kesilmeliydi. Müslümanların oralara olan iltifatına ve akışına bir şekilde külliyen mani olunmalıydı. Kilit vurma işi, çarelerin tükendiği zaman baş vurulacak en son çare olmalıydı… Bu baptaki belki de en köklü çare sivil kamuflajlı modern kolejler, liseler ve üniversiteler olabilirdi. O halde bu eğitim ve öğretim müesseseleri silsilesi projesi derhal ve son sürat çizilip inşa edilmeliydi. Bütün bunlar, -hedef alınanlarda rastlanabilecek muhtemel dikkatleri dağıtmak, uyanık olmaması icap edenleri uyutmak ve yapılabilecek itirazların önünü önceden almak için- namazlılara ve oruçlulara yaptırılmalıydı… Nitekim bu mühim proje ustaca hayata geçirilmişti. Bilhassa uyumaması gerekenler, güçlü narkozlarla çok derin uykulara daldırılıp bir çırpıda bu iş icra edilmişti. Ancak çoğu zaman her şey istenildiği gibi olmuyordu. Kullanılmaya elverişli olan karakter sahipleri istidat ve alışkanlıkları muktezası diğer yandan daha kârlı olduğuna inandıkları başka ondan büyük işbirliklerine girebiliyorlardı… Yahut biraz da kendi şahıslarına ve zümrelerine hizmet gibi kaçamaklar yapabiliyorlardı. Neden hali hazırdaki patronların da patronu olanlarla iş tutmasınlar idi? Ne için bir parça da olsa kendilerine dahi hizmet etmesinler idi?. Bu kabiliyet ve istidat iki tarafı da keskin olan bir pala gibiydi… Hâsılı hedefe varılınca yahut iş dediğimiz gibi başka yanlardan zararlı bir hal alınca tadilata gidilme ihtiyacı doğmuştu. Nihayet plan sonlandırılmalıydı. Nitekim öyle de yapılmıştı. Artık merhum Taşçı Nevzat’ın da değişik vesilelerle sık sık tekrarladığı gibi harç bitti, yapı paydos denilmeye başlanmıştı. Bu yok edilmesi hedeflenen medreselerin aslına uyacak bir şekilde ihya edilmesine göz yummak, hele hele ayakta kalmalarına ve devam etmelerine yardım etmek, sözü geçen projeye hiç mi hiç uymazdı. Gereken gerektiği gibi yapılmıştı. Ama unutulan bir şey vardı. Allah’ın hesabı…

Bütün bunlardan dolayı talebe düşmanı vatandaşımızın iddiası bir aldatmacadan ve kandırmacadan ibarettir. Değilse, hiçbir surette zan mertebesinde bile olamayacak vehimlere ve yakıştırmalara dayanmaktadır.

Üçüncüsü: Onun çamur atmaya çalıştığı mevcut talebe yetiştirme -nüfusun umumuna nispetle nerdeyse yok denecek miktarda az da olsa- şüphesiz ki bereket ve rahmet olarak çok büyük bir iştir. İyi bilinmelidir ki: Bu tedrisat -kimilerinin ifadesiyle- köprü altı eğitimmahsulü ve taraftarı köprü altı oğlanı bazı vatandaşların zan ve iddia ettikleri gibi asla merdiven altı eğitim değildir… Şimdilerde bazı resmi şahsiyetler -daha önce başkalarından duyduğumuz- bu tabiri, kimlere ait ve ne demek olduğunu bilir bilmez telaffuz etmelerini kendilerine ne yazık ki yakıştırabilmektedirler… Hâlbuki medrese tedrisatı -amiyane ifadeyle çakmaları bir yana konulacak olursa- İslâm’ın kendi pak kanallarından gelen saf ve berrak suyun Müminlere asli safiyetiyle ulaştırılma ameliyesinden başka bir şey değildir. Bu müesseseler şu pak suya oryantalizmin ve küfür sistemlerinin lağımlarından akan pislikleri, süzülen pis suları karıştırmadan bu milletin evladına ulaştırıldığı hayat pınarlarıdır. Sözün kısası bu tedrisat, Milletin kendi şahsına ait kendi öz ilim tahsilini yahut talim ve terbiyesini yapmaktır. Kimilerini rahatsız edip karınlarını ağrıtan da galiba işin bu yanıdır…

Dördüncüsü: “Fetö”ye yapılan bu elli senelik resmi koruma, kollama ve yardım, aslında derin projedeki ve sistemdeki tıkanıklığı izale maksadıyla yüklenilen çok pahalı ve haddinden ziyade büyük bir yatırımdı. Bu, hedeflenen dünyevileşmeyi ve dinden uzaklaşmayı hayli hızlandıracaktı. Vatandaşımız gibi başka birçokları tarafından da bu noktada görülen zayıflığı, ihmalleri ve noksanlığı iyice telafi etmek içindi. Bu da en iyisi maktulün cesedini katile kaldırtmakla tahakkuk ettirilmeliydi. İhmaller neticesi kaybedilen mevziler, bu işin failleri, yahut onların takipçileri olarak görülenlerin bizzat kendi elleriyle geri alınmalıydı… Aynen öyle yapıldı… Dolayısıyla da artık yardımcı kuvvete hacet kalmadığı düşüncesiyle sözü edilen yardım gücünün tasfiyesine lüzum görüldü.

Beşincisi: Bu pis oyunun piyonlarının oyunlarının bozulmasının bizce en mühim yolu her türlü özentiden uzak şahsiyetli ve yerli tedrisat işidir. O yüzden tedrisat bir oyun olarak gösterilmeye çalışılıyor. Bütün bu gayret ve koşuşturmalar yine şu oyunun mühim bir parçasıdır. Onun içinde oynanmaya çalışılan başka bir kirli oyundur. Kısa ifadesiyle kendioyunlarının -üzerine bir şal atılarak- örtülmesi oyunu…

Altıncısı: Burada kullanılan tâliban kelimesi aslında talebeler manasında ise de günümüzde memleketlerini istila etmeye çalışan haçlı işgalcilere karşı başlatılan bir kıyamın has ismi olmuştur. Bunların sıkıntısı, galiba talib ve taliban olmasında değil neyi talib yani isteyen olduğundadır. Tamamıyla Allah’tan gelen saf ve bozulmamış İslam’a bir türlü talebe olamayan ve İslam düşmanlarına öğrenci olmanın ötesinde bir vasfı kazanamayan cahil zavallıların karın ağrılarının ne olduğunu kestirmek öyle hiç de zor değildir… Bu kıyam, bilmiyoruz ama belki bir takım mühim ve affedilmez yanlışlıkları bulundursa bile küfre ve küfrün uşaklarına karşı yapılan yakın tarihte misli görülmeyen bir kıyamdır. On sene içinde orta doğuda belki de on milyonu katleden, üç beş o kadarını da sakat yahut yersiz yurtsuz bırakan yamyamlara ve yerli uşaklarına karşı yaşama mücadelesi veren çulsuzların, pulsuzların ve dünyalık olarak kaybedeceği bir şeyi olmayan yahut kalmayan baldırı çıplakların kıyamıdır… İslam düşmanlarına karşı hayat memat mücadelesi vermekte olan alnı secdelilerin, dünyalıklardan yana pazarlıksız olan Müminlerin kıyamıdır. Gözler önünde açıkça görünmekte olan muvaffakıyetlerini, -muhtemelen- kıyamlarına, Allah’ın dostlarına düşman olmayı inançlarının bir parçası haline getiren, bu yüzden de ilahi yardımı hiçbir zaman göremeyen yeni haricileri yani Vehhabileri lokomotif yapmamalarına borçlu olan uyanık Müminlerin kıyamıdır. Böyle bir kıyama ancak Müslüman kanıyla beslenen o alçak vampirler, beslemeleri ve av köpekleri karşı çıkabilir. Ne varmış Taliban’da?!.. Suçları küfrün kanalizasyonlarından beslenmeyişleri midir, nedir? Yoksa işgalcilere karşı dinlerini, vatanlarını ve namuslarını koruma savaşı vermeleri midir? Oradaki Amerika ve arkasındaki koalisyon güçlerinin, dünkü Çanakkale önlerindeki koalisyon güçlerinden ne farkı vardır?. Allah aşkına bunların Âkif’in şu yamyam dediği sürülerden farkı nedir? Yoksa birileri onlardan kalan sürüler midirler, nedirler?. Doğrusu bu vatandaşlar, çok açık veriyorlar…

Yedincisi: Tamam, bilhassa başta, şu anda savaştıkları Amerikalılar ile yaptıkları işbirlikleri gibi bazı yanlışlıklarına biz de katılmıyoruz. Ayrıca onlarla fiilen bir safta bulunmuyoruz ama bütün bunlar bazı hakikatleri görmemize mani olmamalıdır. Onlara bu noktada laf söyleyen ve ayıplamalarda bulunanlar o meşhur meseldeki, her zaman kuyruğu havada olup dibi açık olan keçinin, geçitten atlarken kuyruğunun altını bir defaya mahsus olarak gördüğü koyuna gülmesine benzer bir iş yapıyorlar. Ne gülünecek iş, değil mi? Hâsılı, vatandaşımızın yaptığı bu Fetö ithamı ve düşmanlığı yalandan ve sahtekârcadır… Hakikatte ise genleriyle oynanmak suretiyle değiştirilerek aslıyla alakası bırakılmayan yeni İslam projesi ortak paydasında onlarla müşterek oldukları açıktır…

Koyuncu bir vatandaşımız da şöyle demekte:

“Peygamber düşmanları, Rasûle uyun ayetlerini bağlamından kopararak yeni uyduruk bir din oluşturuyorlar. Adı da: Ehl-i Sünnet.”

Biz de diyoruz ki:

Harbiden koyuncu olan bu vatandaşımızın şu lafları, birçok düşüklük ve sakatlık yanında bir de iftirayı bulundurmaktadır:

Birincisi: Bu ayetlerin bağlamından koparıldığını iddia eden bunun yanında nesebi bilinmeyen ve sahih olmayan bağlam kelimesinden ne anladığı da belli olmayan hatta sözünden onu bilmediği açık olan koyuncu vatandaşımız, iddiasını ispata yarayabilecek her hangi bir sebep bulup getirememiştir. Zaten böyle bir derdi de yoktur… Maksadı birilerine sövmekten başka bir şey olmadığından boş gürültü mertebesinde nesneler döktürmüştür… Kaldı ki anlaşıldığı kadarıyla o bu sözün ne demek olduğunu bilmemesiyle beraber sadece bu ayetlerden yakayı sıyırmak için gelişi güzel laflar ediyor. Görüldüğü üzere davarlara kaval çalmaktan gayri bildiği bir şeyi bulunmayan bu adam sözün bağlamından koparılmasını nereden ve nasıl bilsin? Mukteza i zahir yahut mukteza i hal dediğimiz belagat kaidelerinden nereden ne haberi olsun? Ayeti, getirenin Nebi sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ve Sahabe rıdvanullahi teala aleyhimin anladığı gibi anlamak zorunda olduğunu söyleyenden başka onun bağlamını kim daha iyi bilebilir? Resul i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ve Ashab radıyallahu anhumu devre dışı bırakan bağlamı ne kadar bilebilir? Akılları taksim eden Allah’ı tenzih ederiz…

İkincisi: Bu vatandaşın Ehl-i Sünnet için Peygamber düşmanları şeklindeki yakıştırması, yavuz hırsızın hırsızı tuttum diye ev sahibini yakalaması ve bağırmasından başka bir şey değildir. Daha açığı ve sizin anlayacağınız, kendi Peygamber salallahu aleyhi ve sellem düşmanlıklarını bu ifadelerle örtme gayreti içine giriyor. Kendileri o ishal olmuş çeneleriyle ayetler ve din hakkında onca ölçüsü olmayan lafları ha bire tekrar edebilirlerken, hiçbir ayette bulunmamasına rağmen onca sayısız hükümleri fütursuzca icat edebilirlerken ve bu arada Peygamber salallahu aleyhi ve selleme en küçük bir söz hakkı tanımazlarken Peygamber düşmanı olmuyorlar amma Allah’ın ona beyan edicilik yani açıklayıcılık vazifesi ve teşri (hüküm koyma ve kanun yapma) hakkı verdiğini kabul eden ve gereğini yapan Ehl-i Sünnet Müminler Peygamber salallahu aleyhi ve sellem düşmanı oluyorlar, öyle mi?. Rabbimiz, O’na ve ahiret gününe inanmayanları tanıtırken “Allah’ın ve Resûlünün haram kıldıklarını da haram saymazlar” (Tevbe:29) sözüyle bunları ne de güzel anlatmış!.. Onlar, buradaki Resül salallahu aleyhi ve sellemin haram kılmasını Allah’ın haram kılması olarak anlamak gerektiğini söylerlerken, zahir olan atıftaki gramer kaidesini hesaba katmamak için delillerinin ne olduğu kendilerine sorulunca nasıl da şarlatanlık yapıyorlar!.. Peki sizin dediğiniz manadaysa o zaman neden Resulün yanında diğer Müminler zikredilmedi diye sorulunca nasıl da bön bön bakmaya başlıyorlar!..

Üçüncüsü: Bu vatandaşımız, sözünden ve lakabından da anlaşılacağı üzere belli ki manen de olsa hep davar gütmekle ömür tüketmiş, işi gücü onlara kaval çalmak olmuş… Sürüyü, bir çeşit kaval çalıp yaylıma sürmüş, otlatmış, başka bir çeşit kaval çalmış, suya indirmiş, içirmiş, bir başka türlü kaval çalarak da ahıra sokmuş, yatırmış. Tamam, bundan bazı tecrübeler kazanmış olabilir ve bunlardan hayatında faydalanabilir. Burada belki de bir manada kınanacak bir yan yoktur ama Müslümanları davar yerine koyması katiyen kabul edilemez. Kendini ve ona evet ve peki efendim diyecek olanları belki o mertebede görebilir. Bu onların bileceği bir iştir. Ancak bunu insanlardan ve bilhassa insanlığın en yüksek zirvelerine tırmanmış kimseler olan Müslümanlardan asla bekleyemezler… Evvela bunu iyi belleyip kafasının bir yanına raptetsin, kulağına küpe yapsın..

Dördüncüsü: Koyuncu vatandaşımızın bir başka münasebetle bir televizyonda dediğine göre Sünneti kabul etmeyip sadece Kuran diyen nice mümtaz kimseler varmış? Yani kendilerini başkalarından ayıran hasletler bulunduran kimseler mevcutmuş!.. Neden olmasın? Elbette ki olabilir… Ancak mühim olan, bu vatandaşların neyle mümtaz olduklarıdır. Namaz kılmamakla mı? İslam’ın diğer vazifelerini ihmal etmek yahut buharlaştırmakla mı? Kuranı getiren peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimize ve onun ilk tatbikçileri olan Ashab radıyallahu anhum hazeratına karşı terbiyesiz ve edepsiz tavır takınarak hakaret etmekle mi? İnsanlara karşı edepsizce ve ukalaca bir tavır içine girmeleriyle mi? Haddinden ziyade beyinsiz ve cahil olmalarıyla mı? İslam düşmanlarına avcılık yapmalarıyla mı? Akıllı Müminler, onlarda, bu ve benzeri hasletleri fazlasıyla görseler de ne yazık ki, müspet sayılabilecek tek bir imtiyaz sebebini görememektedirler. Bu kendilerini sadece Kurancı diye vasfeden sünnetsizler daha da aslında geçmişte Hindistan’ı işgal edip orada Kurancılar cereyanını icat eden istilacı İngilizlerin ektikleri tohumlarının çimlenen fidanları olmakla mümtaz kimselerdir.

Beşincisi: Bu gevezeler ve zevzekler, dinde ve Kuranda Peygamber salallahu aleyhi ve selleme hiçbir söz hakkı tanımazlarken kendileri dillerine doladıkları en fazla birkaç yüz, belki de çok daha az ayeti onlarca kitap suretindeki paçavralarıyla insanlara açıklama, şerh etme, üzerlerine haşiyeler ve talikler yazma ihtiyacı duyarlar. Böyle bir açık tezada ya aptallıkları veya çorbacılıkları ve sahtekarlıkları sebebiyle atlarlar…

Altıncısı: Bunlar mesela namaz kılmazlar ama faraza kıldıklarını iddia etseler bile kılarlarken nasıl kılarlar? Evvela rukû’ mu veya secde mi ederler? Yahut kıyama mı dururlar? Namaza nasıl girerler, ondan nasıl çıkarlar? Secde ederlerken bunu amuda kalkarak mı, kavak gibi yere uzanarak mı yaparlar? Ayağa dikilme manasına gelen kıyamı ve öne doğru eğilmek demek olan rukuu nasıl yaparlar?… Mutlak yani her hangi bir ziyaret manasında olan haccetme işini ne zaman ve nasıl yaparlar? Ayette sözü edilen ‘Evi haccetmek’ derken hangi ve neredeki evi nasıl ziyaret ederler? Moskova’daki bir evi mi, Vatikan’daki bir köşkü mü yahut Amerika’daki Beyaz Saray’ı mı veya kendi evlerini mi ziyaret ederler? “Çok eski olan ev etrafında dönsünler”(Hac:29) ayetindeki çok eski ev hangi evdir? Her hangi çok eski bir ev mi, çok eski evlerin her biri mi, yoksa tanıyıp bildikleri çok eski bir ev mi? Hangisi? Etrafında nasıl dönsünler, dolansınlar mı, halay çekerek mi, ıslık çalarak mı, türkü çığırarak mı, alkış yaparak mı, çıplak olarak mı? Nasıl? Kimileri mütevatir amelden söz ederler ama ahmaklara bunu kimden alıyorsunuz denildiğinde kendilerinden öncekilerden aldıklarını söylerler. Resulüllah’ın Sünnetine uymazlar ama Yahudi sünnetine uyduklarını söylerler… Bunların Yahudilerden alındığını iddia ederler… Böylece bırakın Yahudi temayülünü, harbiden Yahudi oluverirler… Ama hadis ve fıkıh imamlarını, Sahabe radıyallahu anhumu ve hatta Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemi tevatür halkalarından düşürürler… Böylece de değişik bir bağlamı yakalarlar(!) Geri zekâlı sapık beyinsizler!.. Hadlerini bilmez terbiyesiz ve cahiller!..

Yedincisi: Ehl-i Sünnet, Kuran’ı ve Sünnet’i, itikat yanıyla Peygamber salallahu aleyhi ve sellem ve Ashab radıyallahu anhum gibi anlayıp öyle inananlar topluluğu demektir. Ehl-i Sünnet Mezhebi de bu kimselerin kabul ettiği usul ve gittikleri yol manasındadır… Fıkıh mezhepleri, Kuran’ı ve Sünnet’i, ameli meselelerde Peygamber salallahu aleyhi ve sellem ve Ashab radıyallahu anhumun anladıkları dairenin dışına çıkmadan, o istikamette doğru anlamanın, yanlış anlamaktan kurtulmanın usul ve yollarıdır. Bu mezhepleri inkâr eden serseriler sürüsünün, ya kendilerinin de Kuranı ve Sünneti yahut sadece Kuranı anlamakta gözetmekte oldukları usulleri yani metotları, gittikleri yolları vardır veya yoktur. Eğer yok ise bunlar yolu kaybetmiş sapıtmışlardırlar. Şayet belli usulleri ve yolları varsa, bunların da birer mezhep olduklarını ya biliyorlar veya bilmiyorlar… Biliyorlarsa, neden kendileri gibi cahillerin mezheplerine evet de gerçek âlimlerin mezheplerine hayır? Bilmiyorlarsa bunu bile bilemeyecek kadar cahil ve şaşkınların varacakları hedef, saplanacakları gübre yığınlarından başka bir yer olamaz. Sonra, Kuran’dan ve Sünnet’ten yahut -sünnetsiz iseler- sadece Kurandan bir metot çerçevesinde anladıklarına mezhep dememekle değişen ne oluyor? Onların bu mezhepleri sadece mezhep ismini vermemekle mi mezhep olmaktan çıkıyor? Ayrıca, bilinen mezhepleri reddetmekle onlara göre ya milyonlarla mezhep ortaya çıkacak veya bunlardan sadece biriyle yahut birkaçıyla idare edecekler. Her iki takdirde de sahtekârlıkları ortaya çıkıyor. Öyle ya, neden gerçek âlimlere ait birkaç mezhebe hayır da ilimde onların yanına bile yanaşamayacak cahillerin milyonlarca hatta milyarlarca mezhebine evet? Bir de Müminler neden, “Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorun”(Nahl:43) ayeti gereği bilenlere soracak yerde onlar gibi cahillere sorsunlar? Şayet biz kimseyi mezhebimize çağırmıyoruz, mezhebimize uymasınlar, diyorlarsa, bildiklerini neden kendilerine saklamıyorlar da başkalarına anlatarak onların kafalarını ütülüyorlar? Sahi bunlar, Kurandan anlayıp anlattıkları şeyleri başkalarına, onları dinleyip tutmaları için mi, dinlemeyip atmaları için mi anlatıyorlar? Şayet bunları dinlemeyip tutmamaları için anlatıyorlarsa neden gevezelik yapıyorlar? Eğer, dinleyip tutmaları için söylüyorlarsa insanları neden kendi mezheplerine çağırıyorlar… Doğrusu bunlar, harbiden tımarhanelik zavallılar!.. Burunlarından kıl aldırmazlar… Peşlerine takıldıkları putlarına ve totemlerine toz kondurmazlar. Lakin, değil Müminlerin izlerinden gittikleri gerçek din imamlarına, Sahabe radıyallahu anhum efendilerimize ve hatta bizzat Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme olmadık saygısızlıkları ve hakaretleri yapmaktan geri durmazlar…

Kısa bir fikir jimnastiği:

– Bunlar şu mezhep denilen şeyin ne demek olduğunu ya biliyorlar veya bilmiyorlar.

– Bilmiyorlarsa, bilmedikleri şeye düşman olmaları cahillikleri yüzünden değilse, nedendir?. Cahiller ise konuşulup kurcalanmazlar. Zira bir Arap atasözünde de denildiği gibi cahiller yellenme böceği gibidirler; onları her ne zaman kurcalar, hareket ettirirsen yellenir(gibi kötü koku salıverir)ler.

– Mezhebin ne demek olduğunu biliyorlarsa, bu mezhep, ya karşı oldukları mezhep mensuplarının anladıkları manada bir mezheptir veya değildir.

– Değilse, bir mefhuma kendince belli bir mana yükleyen kimsenin ona farklı bir mana veren böylece de kendileriyle ayrı dillerden konuşan kimselerle bu kavram ile münakaşa etmesi cahilliktir. Cahillerle konuşulduğu takdirde de ne olacağı yukarıda anlatılmıştı.

– Mezhep mefhumuna kendileri ve mezhebi kabul edenler tarafından yüklenen mana aynı ise, güzel; iş kolay…

Şayet bunlar, mezhebi, onu kabul eden Müslümanların anladığı gibi, Arap dilinin inceliklerini çok iyi bilen Allah’ın kendileri için hayır murat ettiği takva sahibi Müminlerin, [inanç noksanlığı veya yokluğunun, yetmeyen akılların ve kısır anlayışların, kâfi olmayan ilimlerin, hevâ denilen azgın nefis arzu ve isteklerinin, önü alınamayan ihtirasların, kötü alışkanlıkların, esir edici çevre baskılarının, perişan eden psikolojik ve sosyolojik saplantıların, ezici günahkârlık ve isyankârlıkların, sarhoş bırakan maddeci düşünce ve menfaatçiliklerin, gerçekleri örten bencilliklerin ve ahlaksızlıkların, iflas ettirici kibirli olmaların ve inatçılıkların, doğruyu kabule mani olan kendini beğenmişlik ve diğer bilumum ayıpların, hakkı yakalamaya engel eksiklikler ve kötü hasletlerin tesirlerinden uzak olarak] çok iyi bildikleri Kuran ve Sünnet’i, yanlış anlamaktan kurtulup doğru anlama usul ve metotlarıyla hasıl olan bilgiler olarak anlıyorlarsa ve buna rağmen yine de mezhebe karşı çıkıyorlarsa, soruyoruz..

– Kuran’ı ve Sünnet’i yanlış anlamaktan kurtulup doğru anlayabilmek için onları ve Arap dilini en üst seviyede bilmeye hacet var mıdır yok mudur?

– Yoktur, diyorlarsa, cahil serseri takımıyla zaman tüketmeye de lüzum yoktur. Bu bilgi noksanlıklarının haliyle anlayışlarına da aksedeceğinin farkında bile değillerdir.

– Vardır, diyorlarsa, bunun için bir usul yani metot gerekli midir değil midir?

– Değildir, diyorlarsa, Kuranla ve Sünnetle gelişi güzel oynayan, onları akıllarına estiği gibi anlamak isteyen zalim fikir anarşistlerini muhatap almak da zalimlik ve saçmalıktır.

– Gereklidir, diyorlarsa, bunun da Kuranı ve Sünneti anlamakta bir mezhep olduğunu ya kabul ederler veya etmezler.

– Etmezlerse, ne dediklerinden haberleri olmayan zavallılardırlar; onlara laf anlatmaya kalkmak da zavallılıktır.

– Ederlerse, itirazları neyedir, mezhebin ismine mi manasına mı?

– İsmine ise, şarlatanlık yapmaktadırlar, o yüzden muhatap almayı hak etmezler.

– Manasına ise, göz göre göre ve bile bile hakkın ve hakikatin karşısına dikilen ve yanlışta ısrar edenler iseler, adam yerine konulamazlar…

– Mezhebin ismine de manasına da karşı değillerse ve itirazları ancak bilinen mezhep imamlarına ise… Neden yüce dağlar gibi iman, takva ve ilim sahiplerinin mezhebi değil de imansızların veya Allah korkuları neredeyse dibe vuran zır cahillerin mezhebi? Neden, iman, ilim, amel, ihlas ve takva zirveleri olan İslam müçtehitlerinin mezhepleri değil de İslam ve Kuran düşmanı şarkiyatçı İslam âlimlerinin ve tohumlarının mezhepleri? Neden, dünyalarını dinleri için satanların değil de, dinlerini dünyaları için pazarlayanların mezhepleri?. Neden birkaç büyük imamın mezhebi değil de, it sürüleri kadar ipsizlerin milyonlarca mezhebi?. Allah’ın gönderdiği ve Resulünün getirdiği İslam’ın ustaca yok edilip yerine yepyeni bir uydurma İslam’ın getirilmesi için, öyle değil mi?

Zalimler, pek yakında ne hale döneceklerini bileceklerdir… Şunu çok iyi bilsinler ve hiç unutmasınlar ki:

Onları kapılarında bekleyip beslendikleri, emirlerinde koşuşturdukları ve hizmet etmekten anlatılamayacak kadar zevk aldıkları zalim avcılar bile asla kurtaramayacaklardır…

Netice:

Dini, onu getiren Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşları Ashab radıyallahu anhum gibi anlamayı kendilerine mutlak lazım kılan ve şiar edinen Ehl-i Sünnet’i bir dinolarak ilan eden bu vatandaşlar, aslında bunu kendilerinin din diye bildiklerinin asıl uydurma din yahut şeytanlar tarafından indirilen din olduğunu gizlemek için yapmaktadırlar… Esasen olmayan yahut olduğu kadarını da bir şekilde kuyruklarına takıldıkları oryantalist totemlerine ve onların uşaklarına verdikleri akıllarının kendileri için yonttukları putlara tapınan bu güruh, böyle iblisvari bir aldatmaca ile insan şeytanlığı yapmaktadırlar… Ayetleri, onu getiren ve ilk tatbik edenlerin anladığı gibi değil de nefislerinin ve putlaştırdıkları kimseler gibi anlayıp onların kendilerine anlattığı kadar anlayıp anlatmakla ayet uydurma şeytanlığını yapmaktadırlar… Sahih ve sabit hadisler için -haşa- uydurma hadis yakıştırmasıyla Müslümanları uyutup peygamberlerinden koparmaya çalışırlarken onları kendi uydurdukları uydurma ayetlere çağırmaktadırlar… Besbelli ki bu yeni din icatçıları, Sahabe ve Ehl-i Sünnet düşmanlığını Şia’dan almışlar ve artık boynuz kulağı geçmiştir…

Son sözümüz yine salat-u selam, son duamız da الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dir…

Hüseyin Avni Hocaefendi

17-Receb-1439

İZMİR

BU SAYFAYI PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

YORUM YAPABİLİRSİNİZ