10.11.2024 - EHLİ SÜNNET MEDYA
Ehli Sünnet Medya

Ehl-i Sünnetin “ortaya çıkışı” ve karakteristik özellikleri

“Fırkalar içinde bir fırka”dan mı, yoksa müsemmanın isimden önce var olması durumundan mı bahsetmemiz gerektiği sorusunu cevaplamadan Ehl-i Sünnet üzerine yapılacak tahlil ve değerlendirmeler hep önemli bir eksiklik ile malul bulunacaktır.

Ehl-i Sünnet’in “fırkalar içinde bir fırka” olduğunu söylemek, ancak tarihî durumu önyargılı okumakla mümkündür. Söz gelimi şu doğrultudaki tesbitler böyle bir okumanın ürünüdür: Önce Şia ve Haricîlik tarih sahnesine çıktı; bunları Cebriye, Mu’tezile… izledi. Bunların sebebiyet verdiği kargaşa ortamı içinde toplumun birlik-bütünlüğünü sağlama temel gayesiyle hareket eden bir başka akım daha zuhur etti ki, kendisine Ehl-i Sünnet diyen bu grubun temel karakteri “mevcudu meşrulaştırma” anlayışıydı… Bu tür bir okuma biçiminin “önyargılı” olarak tavsifi şuraya dayanmaktadır: Eğer bu fırkaların oluşum ve gelişim dönemlerinde Ümmet bu fırkalardan ibaret idiyse –ki Ehl-i Sünnet’in sonradan ortaya çıkmış “tepkisel” bir fırka olduğu tezi bu tesbite dayanmaktadır–, bu fırkalardan hangisinin söylemleri Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe’ye aktardığı İslam olarak değerlendirilmelidir? sorusunun ikna edici ve sahici bir cevabı yoktur!

Şu bir gerçek ki, bu fırkaların “kurgulayıp” savunduğu modellerin her biri aslında birer “din anlayışı”dır ve bunların birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Daha önce de değişik vesilelerle vurgulamaya çalışmıştım: Bütün bu fırkaların, söylemlerini Kur’an ayetleri üzerine inşa etmiş olması son derece önemli bir noktadır. Sünnet’ten tecrit edilmiş bir Kur’an anlayışının toplumu nerelere götüreceği ve ortaya kaç türlü farklı “İslam”ın çıkmasına müncer olacağı bu noktaya dikkat edilerek görülebilir. Acaba Sahabe ve onların yetiştirdiği Tabiun bütün bu değişik “İslam” telakkileri karşısında nasıl bir pozisyon almıştı?

Tefsir’in, Hadis’in Fıkh’ın, kısacası İslamî ilimlerin Sahabe’den Tabiun’a, onlardan Etbau’t-Tabiîn’e hoca-talebe ilişkisi içinde aktarıldığını biliyoruz. Bu meyanda “itikad”ın ihmal edilmiş olduğu söylenemeyeceğine göre, Sahabe ve Tabiun’un bu sahada da belirgin bir tavrının, çizgisinin, etkisinin var olduğunu kabul etmek durumundayız. Mekke ve Medine’yi merkez kabul edip parantez içine alacak olursak, el-Kevserî’nin tesbitine göre Irak –bilhassa Kûfe– bölgesinde tavattun etmiş olan 1500’ü aşkın, es-Süyûtî’nin tesbitine göre Mısır’da tavattun etmiş bulunan 300’ü aşkın sahabenin ve onların yetiştirdiği binlerce alim tabiinin işbu fırkaların görüş ve iddiaları karşısında “derin bir sessizliğe” gömüldüğünü söylemeyeceksek, ne demeliyiz?

Şu halde manzarayı doğru okumak adına şunu söylemeliyiz: Hz. Peygamber (s.a.v), peygamberlik görevini şüphesiz hakkıyla yerine getirmiş ve İslam’ı itikat, amel, ahlak cihetleriyle, zahir ve batınıyla bir bütün olarak Sahabe’de tecessüm ettirmişti. Sahabe de –bilhassa alim sahabîler vasıtasıyla– bu Din’in bir “varlık şuuru” olarak kendisinden sonraki nesle eksiksiz bir şekilde intikal ettirmiştir. Bu bağlamda, Ehl-i Sünnet’in “sonradan/tepkisel olarak ortaya çıkmış bir fırka” olmadığını söylemek zorundayız. İlk oluşum kıvılcımları Cemel ve Sıffin vakalarında çakan, muhtelif iç ve dış gelişmelerin etkisiyle zaman içinde kitleselleşen birçok dinî/siyasî akım Hz. Peygamber (s.a.v)’den ve Sahabe’den intikal eden dinî duruştan şu veya bu ölçüde/şekilde ayrılmıştır. Başta Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas olmak üzere birçok sahabînin (Allah hepsinden razı olsun) Havariç, Kaderiye, Şia… gibi fırkalarla mücadelelerini ilgili kaynaklarda müşahede edebiliyoruz. Bu durum açıkça göstermektedir ki, zaman içinde vücut bulan oluşumlar ana gövdeden kopmakta ve toplumu pek çok açıdan tehdit eder hale dönüşmektedir. Yani ortada çok yönlü bir “ayrılma/sapma” vardır ve ana gövdenin, bu “sonradan ortaya çıkan/bid’at” din telakkileri karşısında sessiz kalmaması son derece tabiidir. Ana istikameti muhafaza eden çoğunluğun bu oluşumlar karşısında ilk anda ortaya koyduğu refleksif tepki, zaman içinde sistemli bir “direnme ve savunma” faaliyetine dönüşmüştür.

İşte “Akide”nin “Kelam” formatında yeniden ifadesinin anlamı budur. Yoksa Müsteşrikler’in kurgusunu –çaktırmadan– yeniden ifade ederek “Ehl-i Sünnet” ana başlığı altında ortaya konan hususların başlangıçta var olmadığını, diğer fırkaların ortaya çıkmasıyla birlikte “toplumu bir arada tutmak, orta yolu tutturmak”… gibi saiklerle sonradan ortaya atıldığını ileri sürmek, Kelam Tarihi’ni şaşı okumanın ürünü olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Esasen Ehl-i Sünnet’in itikadî kabullerine diğer fırkalarla karşılaştırmalı olarak baktığımızda bu iki temel tesbitin (“toplumu bir arada tutmak ve orta yolu tutturmak”) çok da “işe yarar/anlamlı” şeyler olmadığını görürüz. (Detay için bkz. Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, III, 17 vd.)

Çağdaş bir çok çalışmada, mezkûr “ana gövde”yi ifade için kullanılan “Ehlu’s-Sünne”, “Ehlu’s-Sünne ve’l-Cemâ’a”, “Ehlu’s-Sünne ve’l-Hadîs/Eser”… gibi nitelemelerin, aynı şemsiye altında bulunan fakat birbirinden farklı tutum ve kabulleri olan birçok –tabir yerinde ise– “fraksiyon”u anlattığı vurgulanmaktadır ki, malumdur ve doğrudur. Başkaları bu doğrudan farklı sonuçlara varmak istese de, burada bizim için bu doğrunun ortaya koyduğu bir başka doğru söz konusudur: Bu tabirler, ortaya çıkan bid’at akımların görüşleri karşısında ana gövdenin Selef’ten tevarüs ettiği duruşu ifade için kullanılmıştır ve tamamen spontane (kendiliğinden) bir durumu ifade eder. Bu bakımdan, “Ehl-i Sünnet’in kendisi gibi ismi de bir “alternatif arayışı”nın ürünüdür” tarzındaki uçuk tesbitlerin itibar edilecek yanı yoktur. Kelamî meseleler üzerine yazan-konuşan her alim, sapmanın ortaya çıktığı alanlarda ana gövdenin tutumunu belirtmek üzere kendisine uygun gelen tabiri kullanmıştır ve elbette bunda, meşrep ve ekol farklılığının bir rolü bulunduğunu söylemek de mümkündür. Ancak bütün bu meşrep farklılıklarını ortak bir noktada buluşturan ve ortak bir potada eriten bir husus vardır ki, onun üzerinde müstakil olarak durmadan geçmek olmaz. O husus, bütün nitelemelerin “Sünnet” merkezli olmasıdır.

Ehl-i Sünnet’e Niçin “Ehl-i Sünnet” Deniliyor…

“Bid’at/sonradan ortaya çıkan” fırkaların –ki bu oldukça isabetli bir nitelemedir– temel karakterlerine baktığımızda, Sünnet konusunda her birinde farklı şekilde tezahür eden bir “arıza” bulunduğunu tesbit etmek zor değildir. Kısaca detaylandıralım: Havariç: “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganıyla ortaya çıkan bu kitlenin önemlice bir kısmı, 6/el-En’âm, 57; 12/Yûsuf, 4, 67 ayetlerinde geçen bu cümleden hareketle “Hakem olayı”na karışan herkesi tekfir ederken, herhangi bir meselede birisinin hakem kılınmasının meşruiyetine delalet eden Sünnet’i göz ardı etmişti. Hatta aynı noktaya delalet eden Kur’an ayetlerini de öyle. Bu sebeple Hz. Ali (r.a) tarafından kendilerine “tahkim”in (hakem tayin etmenin) meşruiyetini gösteren Sünnet delili (Hz. Peygamber (s.a.v)’in Bunû Kureyza Yahudileri’ne nasıl muamele edileceği konusunda –Yahudiler’in tahkim talebi üzerine– Sa’d b. Mu’âz (r.a)’ı tayin etmesi) gösterilince pek çoğu tevbe edip Hz. Ali (r.a)’in saflarına intikal etmiştir. (Burada Hz. Ali (r.a)’nin, İbn Abbas (r.a)’ı Haricîler’le münazaraya gönderirken onlara Sünnet’ten delil getirmesi tavsiyesini bir kere daha hatırlamanın tam sırasıdır.)

Öte yandan “tahkim”i küfür ve bu olaya karışan herkesi kâfir olarak gören Haricîler, onlar kanalıyla gelen haberlere (hadislere) de itimat edilemeyeceği zorunlu sonucuna vardılar. Dolayısıyla baştan düştükleri Sünnet’i göz ardı etme hatası, işin sonunda daha da katmerli bir hale dönüşmüş oldu.

Mu’tezile: Haber-i vahidlere (ravi adedi bakımından mütevatir seviyesine ulaşamamış olan hadislere) güvenilemeyeceği ve bunların Din’de kaynak/delil olamayacağı kanaatiyle Sünnet’in önemli bir yekûnunu iskat ve en az bunun kadar önemlisi, senedi ne kadar sağlam, ravi adedi ne kadar fazla olursa olsun, akla aykırı buldukları pek çok rivayeti reddetmiş olan Mu’tezile’nin bu tutumunun da Sünnet nokta-i nazarından “problemli” olduğu açıktır.

Şia: İtimada ve kabule şayan olan rivayetleri, sadece kendilerince makbul olan raviler silsilesine inhisar ettiren Şia’nın durumu da son tahlilde diğerleriyle aynı kapıya çıkmaktadır. Benzer arızalar diğer fırkalar için de söz konusudur. Bu kısa izahat ortaya koymaktadır ki, bid’at fırkaların tamamının ortak yanı Sünnet’i şu veya bu şekilde/oranda göz ardı etmeleridir. Ya da bir başka şekilde söylersek, bid’at fırkalara vücut veren en temel olgulardan birisi, Sünnet konusunda problemli bir tutuma sahip olmalarıdır.

Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’den ve Sahabe’den tevarüs edilen duruşa aykırılık arz eden çizgileri bakımından onları “bid’at fırka” diye nitelendirmenin anlaşılmaz bir yanı olmadığı gibi, onların tutumu karşısında Sünnet’e bağlılığın gereğini ortaya koyan çizgiye “Ehl-i Sünnet” denmesinde de yadırganacak bir taraf yoktur. Dikkat edilecek olursa Kur’an’ı referans alma noktasında fırkalar arasında herhangi bir ihtilaf mevcut değildir. Her ne hal ise, Ehl-i Sünnet’i “fırkalardan bir fırka” olarak görenler, Son Din’in, yüzyıllar boyunca sübjektif, tartışmalı, hatta “hatalı” bir yorumunun Ümmet’in kahir ekseriyetinin din anlayışını belirleyen biricik unsur olarak yaşadığını, yani İslam’ın “doğru yorumunun” (o her ne ise?!) aslında hiçbir zaman var olmadığını söylediklerinin ve dahi bunu söylemekle kendilerinin de bid’at bir yönelişe yelken açtığının farkında olmuyorlar. Bunun kişiyi götüreceği yer neresi olabilir sizce?

Ebubekir Sifil Hoca

BU SAYFAYI PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

YORUM YAPABİLİRSİNİZ