Fıkhi İhtilaflar neden kaynaklanıyor?
Ebû’l-Feth el-Beyânûnî
( Tercüme ve Notlar: Doç. Dr. Ebubekir Sifil )
Fıkhî hükümlerdeki ihtilaf, Hz.Peygamber(s.a.v) zamanında yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan “ahkâmda ictihad” olgusundan kaynaklanmaktadır.
O dönemde içtihadın çok yaygın olmaması, Hz. Peygamber (s.a.v)’e inmekte olan vahyin insanları ictihaddan müstağni kılmasıydı.
Hz.Peygamber (s.a.v) vefat ettikten sonra Sahabe’nin (Allah onlardan razı olsun) çeşitli merkezlere dağılmasıyla birlikte ictihad dairesi de genişlemeye başladı.
Vahyin kesilmesi ve Sahabe’nin çeşitli yerlere dağılmasıyla şer’î hükümlerde ihtilafın çerçevesinin genişlemesi tabiidir. Zira fıkhî ihtilaf olgusu iki esasa dayanır:
- Şer’î nassların farklı anlaşılmaya ihtimalli yapısı.
- Anlayış ve değerlendirme tarzlarının farklılığı.
Allah Teala’nın şer’î meselelerde hikmeti, Kur’an ve Sünnet naslarının pek çoğunun birden fazla şekilde anlaşılmaya ihtimalli olmasını iktiza etmiştir. Kur’an-ı Kerim apaçık Arap diliyle inmiştir ve Arap dilinde lafızların ihtimalli yapısı herkes tarafından bilinen ve ikrar edilen bir husustur ki, Arap dili bu yapısıyla diğer dillerden ayrılır.
Tıpkı bunun gibi Allah Teala’nın yaratışındaki hikmet de insanların akıl ve idrak bakımından farklı farklı olmasını iktiza etmiştir. Bu sayede varlık kemal bulur, insanların ilim ve akıl bakımından birbirlerinden temayüz etmesi ve birbirleriyle yarışması mümkün olur.
Akıl sahibi hiç kimse, bu iki temel hakikatin kaçınılmaz olarak görüş ve hükümde ihtilafa yol açacağından ve bunun kesin, bedihî bir netice olarak oraya çıkacağından şüphe etmez.
Şimdi şu açık matematik denkleme bakalım:
- İhtimalli nasslar + Farklı anlayış tarzları ve aklî kapasiteler = İhtilaf.
- Kat’î nasslar + Bir tek anlayış tarzı ve aklî kapasite = Tek görüş.
Mezhep ve görüşleri birleştirmeye çağırma fikri muhtemelen bu iki temel hakikatten ve bu iki bedihî gerçekten gafil olma halinin doğurduğu bir sonuçtur. Görünüşte -nefislere hoş gelen- “vahdet/birlik” ve “tek görüş etrafında buluşma ve ittifak” adına hareket ediliyor olması da bu fikrin bazı kesimler tarafından benimsenmesini mümkün kılmaktadır. Ancak heyhat, heyhat!..
Allah Teala’ nın mahlukatta cari kıldığı hikmeti bu insanlar göremiyor. Allah Teala dileseydi bütün insanları, düşünce ve anlayışta bir tek ümmet yapar, Kitab’ı da icmal ve ihtimale yer vermeyen (tümüyle) mübeyyen ve müfesser bir tarzda indirirdi!
Allah Teala,kullarının kendisine ibadet ettiği bu dinin hükümleri konusunda anlayış ve görüşleri birleştimeyi dilese, bir yandan şer’î nassların yapısını değiştirir, diğer yandan da tek hüküm üzere ittifak etsinler diye insanların anlayış tarzlarını teke indirirdi.
Örnek olarak 2/el-Bakara suresindeki şu ayeti ele alalım:
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç “kur” beklerler”.(14)
Buna mukabil, aynı surede bu ayetten hemen iki ayet önce, “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört “ay” bekleme süresi vardır”(15)buyurulmaktadır.
Allah Teala, ilk ayette “üç kur'” buyurduğu halde, diğer ayette “dört ay” buyurmuştur. Yine ilk ayette bekleme süresi “üç”lü rakamla, ikinci ayette ise “dört”lü rakamla ifade buyurulmuştur. Bu rakamlar kat’î olup bilinen rakamlardır ve birden fazla anlama gelmezler.
Bu durumu, ilk ayette geçen “üç kur'” ile ikinci ayette geçen “dört ay” ifadesinin oluşturduğu manzara ile karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz: İlk ayetteki “kur”‘ kelimesi, Arap dilinde birden fazla anlama gelmektedir. Buna mukabil ikinci ayette geçen “ay” kelimesi kafidir, birden fazla anlam ifade etmez.
Ebû Amr b. el-Alâ'(16) şöyle demiştir: “Kimi Arap kabileleri hayız dönemine kur’ derken, kimileri bu kelimeyi iki hayız arasındaki temizlik dönemini ifade için kullanır. Bir kısmı hem hayız,hem de temizlik süresine birlikte ‘kur’ der.”(17)
Ebû Bekr Ahmed bin Ali er-Râzi el-Cassâs der ki: “ Selefin ittifakı sebebiyle “akrâ” kelimesinin iki hususu, “hayız” ve “temizlik” dönemlerini anlatmak üzere kullanılması neticesi hasıl olmuştur.
“Bu meselenin iki veçhesi vardır.
“1. Bu kelime birden fazla anlama ihtimalli olmasaydı Selef onu iki anlama gelecek şekilde tevil etmezdi. Onlar lügate, isimlerin anlamlarının bilgisine ve ibarelerden elde edilen manalara vakıf idiler. Onlardan bir kısmının bu kelimeyi “hayız”, bir kısmının “temizlik” olarak tevil etmiş olmasından anlıyoruz ki bu kelime her iki durumu anlatmak üzere de kullanılabilir.
“2.Bu onlar arasında yaygın ve bilinen bir ihtilaftı ve onlardan hiç biri, bu hususta karşıt görüşü benimsemiş olan muhalifini herhangi bir şekilde kınamamıştı Tam aksine tarafların her biri, muhalifinin muhalif görüşü benimsemesini normal karşılamıştı.
”işte bu durum, söz konusu kelimenin iki anlama da ihtimalli bulunduğunu ve meselenin içtihadı olduğunu gösterir…”(18)
İmdi, 2/el-Bakara suresinin 228. ayet-i kerimesinde geçen “üç kur'” ifadesinin anlaşılmasında görüşlerin farklılaşması ve aynı surenin 226. ayet-i kerimesinde geçen “dört ay” ifadesinin anlaşılmasında ittifak edilmesi tabii değil midir?
Bu hususta imam el-Kurtubî şunları söyler: “Ulema “akrâ”(19) kelimesinin anlamında ihtilaf etmiştir. Kûfeliler ‘O hayızdır” demişlerdir ki, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ibn Mes’ûd, Ebû Musa, Mücâhid, Katâde, ed-Dahhâk, İkrime ve es-Süddî’nin görüşü de bu doğrultudadır.
“Hicazlılar ise “O, temizlik süresidir” demiştir. Bu da Hz. Aişe, İbn Ömer, Zeyd b. Sabit, ez-Zührî, Ebân b. Osman ve eş-Şâfi’î’nin benimsediği görüştür.”(20)
Eğer Allah Teala bu meselede görüşlerin birleşmesini murad etseydi, 226. ayette “dört ay” buyurduğu gibi, 228. ayette de “dört hayız süresi” veya “dört temizlik süresi” buyururdu! Birden fazla anlama gelen bütün şer’î nasslar buna kıyas edilebilir…
Allah Teala’nın böyle murad etmiş olmasındaki hikmeti teyid eden hususlardan birisi de, şer’î nassların çoğunluğunun delaletinin zannî oluşudur. Allah Teala bununla sanki bir yandan görüşlerin ve anlayışların çeşitlenmesiyle insanlara kolaylık dilemiş, diğer yandan da akılların önünde geniş bir alan açmıştır ki insanlar Kelamullah’tan ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözlerinden istinbatta bulunsun ve çıkarılan hükümlerle (farklı tarzlarda) amel etsin!
Muhakkik alimler muhtelif bağlamlarda bu hikmetlere işaret etmiştir/İmam ez-Zerkeşi’nin aşağıdaki sözleri bu kabildendir:
“Bil ki Allah Teala, bütün şer’î hükümler için kat’î deliller tayin buyurmuş değildir. Aksine, şer’î delilleri(n bir kısmını) kasden zannî kılmıştır ki, mükelleflere genişlik olsun. Böylece mükellefler, delilin kat’î olması sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır”(21)
Fıkhî hükümlerdeki ihtilafların ilk ortaya çıkışının Hz.Peygamber (s.a.v) zamanında olsun, O’ndan sonra olsun Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) asrına kadar gittiği vakıasını teyit eden birkaç pratik misal zikredelim:
Sahabe’nin, Benu Kureyza’ya giderken yolda vakti giren namazı kılmanın hükmü konusundaki ihtilafı:
İmam el-Buhârî, Sahîh’inde İbn Ömer (r.a)’in şöyle dediğini rivayet eder: “Ahzab günü (22)(Benu Kureyza üzerine gönderdiği birliğe hitaben) Hz. Peygamber (s.a.v) “Benu Kureyza’ya varmadıkça sakın kimse ikindi namazını kılmasın’ buyurdu. Yolda giderken ikindi namazının vakti girdi Onlardan bir kısmı “Benu Kureyza’ya varmadıkça kılmayalım” dedi. Diğerleri ise “Aksine, namazı şimdi kılalım. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizden istediği bu değildi (hızlı hareket etmemiz için öyle söyledi)” dediler. Bu durum kendisine zikredildiginde Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan hiç birisini kınamadı.”(23)
Ebû Sa’îd el-Hudrî (r.a) şöyle rivayet etmiştir: “(Sahabe’den) iki kişi bir sefere çıkmıştı. Yolda namaz vakti girdi; ancak yanlarında su yoktu. Bunun üzerine temiz toprakla teyemmüm ederek namaz kıldılar. Bir süre sonra -henüz vakit çıkmamışken- su buldular. Onlardan birisi abdest alıp o namazı yeniden kıldı. Diğeri ise namazı yeniden kılmadı. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelerek bu durumu haber verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v), namazı tekrar kılmayana, “Sünnet’e isabet ettin. (Teyemmümle kıldığın) namazın sana yeter” buyurdu. Abdest alıp namazı yeniden kılana hitaben ise “Sana iki kere sevap var” buyurdu. Ebû Dâvud ve en-Nesâî rivayet etmiştir.(24)
Bu iki olay Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında vuku bulmuştur. Sahabe’nin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonraki içtihadî ihtilaflarına gelince, müctehid imamlar arasında ihtilaflı olan meselelerin hemen hepsi Sahabe zamanındaki ihtilaflara dayanır.
Konuyla ilgili meşhur eserlere küçük bir müracaat bile, fıkhî meselelerdeki ihtilafların Sahabe zamanında yaygın olduğu gerçeğini teyid için yeterli olacaktır.
Hz.Peygamber (s.a.v), ‘in vefatından sonra Sahabe arasında ilk ihtilaf muhtemelen imamet-i kübra makamına kimin daha layık olduğu, ümmetinden Hz. Peygamber (s.a.v) ‘e kimin halife olacağı konusunda cereyan etmiştir. Bundan sonra tafsili hükümlerde genel ve özel sebeplere dayalı olarak ihtilaflar devam edip gitmiştir.
Sahabe’nin ihtilaf ettiği meselelere örnek olarak şunları zikredebiliriz:
1-Boşanmış kadının, iddet süresinin ne kadar olduğu konusunda da Sahabe arasında ihtilaf vaki olmuştur. Ibn Mes’ûd (r.a), kadının, üçüncü hayzının bitimiyle gusledip temizlenmedikçe, iddetinden çıkmış olmayacağını söylerken, Zeyd b.Sâbit (r.a) ve diğerleri, üçüncü hayız döneminin başlamasıyla kadının iddetinin sona ereceği görüşünü benimsemiştir, Bu ihtilaf (yukarıda geçen) “kur”‘ kelimesinin anlamındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
2.Kocası ölen hamile kadının iddetinin ne zaman biteceği konusundaki ihtilaf da böyledir. Hz. Ömer ve İbn Mes’ûd (r.anhuma), bu durumdaki kadının iddetinin doğumla birlikte sona ereceğini söylerken, Hz.Ali ve İbn Abbâs (r.anhuma), iki süreden en uzun olanın dolmasıyla iddetin sona ereceği görüşünü benimsemiştir.(25)
Hilafiyat kitaplannda konuyla ilgili daha fazla misal mevcuttur.
Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) zamanında ahkâm alanındaki ihtilaflar bu şekilde devam etmiş, Tabiun zamanına kadar gelmiştir. Tabiun ve Tebe-i Tabiin zamanına gelindiğinde ihtilafların çerçevesinin daha da genişlediğini görüyoruz. Bu genişlemenin bir sebebi daha önce benzerine rastlanmayan yeni olayların meydana gelmesi ve bunların hükümlerinin tesbiti için içtihad edilmesi, bir diğer sebebi de farazî fıkıh (26) anlayışının yaygınlık kazanmasıdır.
Böylece fıkhî hükümlerde ihtilafın genişlemesinin, ilmî ve amelî hayatın gerektirdiği tabii bir durum olduğu anlaşılmış bulunmaktadır.
FIKHÎ İHTİLAFLARIN SEBEPLERİ
Yukarıda anlattıklarımızdan şu husus ortaya çıkmış oldu: Ulemanın, fıkhî meselelerin istinbatındaki ihtilafı ve aynı meselede farklı görüşler benimsemiş olması tabii bir durumdur. Zira bu durum, ihtilaf ve görüş ayrılığını kaçınılmaz kılan sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Ne var ki bazı dar görüşlü kimselerin, bu fıkhî ihtilaflar karşısında garipseyici, hoşnutsuz yahut şüpheci bir tutum takındığını görüyoruz. Bu mübalağacı tutumun sebebi, söz konusu kişilerin, (fıkhî hükümlere kaynaklık eden) nasslara ulaşma imkânına sahip olduktan sonra ulemanın ihtilaf etmek için bir gerekçesi olmadığına inanmalarıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu kimseler nazarında fıkhî ihtilafların sebebi, nassların sabit olup olmamasına münhasırdır. Böyle olunca onlara göre nasslar, -hadislerin sahih hadis mecmualarında toplanması ve sahih olanların zayıflardan ayrılması gibi faaliyetler sonucunda- ihtilafın taraflarına ulaştığı zaman bu ihtilafın ortadan kalkması,izlerinin ulema arasında silinip gitmesi ve müteaddit görüşlerin ihtilafsız bir tek görüşe dönüşmesi gerekir!
Ulemanın ahkâmdaki ihtilafı meselesi konusundaki bu hatalı sathî bakış, muhtelif yanlış tutumlara yol açmaktadır. Bazı insanlar bu sebeple fıkhî ihtilafları gereksiz ağır bir yük olarak görüp yüz çevirmekte, bazıları da bu konuyu hedef tahtasına oturtup (ihtilaflara ve ihtilaf edenlere) saldırmakta, onlarla muharebeye girişmektedir.
Yine bu sebeple bazı kesimlerin de, -Sünnet tedvin edilip Hadis kitapları her tarafa yayıldığı için- artık insanları tek bir görüş ve “Kitab ve Sünnet mezhebi” diye anılan tek bir mezhep etrafında toplama zamanının geldiği kanaatiyle mezhep ve görüşleri birleştirmek gerektiği çağrısına ikna olduğunu görüyoruz. Bu kesimlerin “Din bir, Kur’an bir, Sünnet bir olduğu halde bu ihtilafların ne gerekçesi olabilir?” sloganıyla da bu davalarını terviç etmeye çalıştıkları dikkat çekiyor.
Bu kimse ve kesimler, imamların ve ulemanın ihtilafların sebepleri bağlamında kaleme aldığı eserlere müracaat etseler, görecekler ki, ihtilafların yegâne temel sebebi olarak gördükleri “nassdan”(27) haberdar olmama” hususu, ihtilaf sebeplerinin sadece birisidir. Söz konusu sebeplerdir ki görüşlerin farklılaşmasına yol açmış,istinbat alanında ihtilafların meydana gelmesine sebebiyet vermiştir.
Söz konusu sebeplerin birden fazla olması ve iç içe geçmiş bulunması dolayısıyla, konu hakkında eser yazmış olan ulemanın kimi konuyu kısaca ele alırken, kimi tafsilata girmiştir. Ancak bütün bu sebeplerin gerçekte 4 ana sebebe irca edilebileceğini düşünüyorum. Diğer tafsilî sebepler bu 4 ana sebepten kaynaklanmaktadır.
Söz konusu sebepler şunlardır:
1-Nassın sübut bulup bulmadığı konusundaki ihtilaf;
Burada hem nassın, imamlardan birine ulaşmışken diğerine ulaşmaması, hem de imamlardan biri nazarında sübut bulmuşken, bir diğeri nazarında sübut bulmamış olması söz konusudur.
Bu ikinci nokta, hadis ravilerinin tevsik ve taz’ifiyle(28) yahut bir metin veya senedde diğerine nisbetle şazzlık(29) durumunun bulunması gibi durumlarla bağlantılı olarak ortaya çıkar.
2-Nassın anlaşılmasındaki ihtilaf;
Bütün bunlardan sonra -zikredilen hususlardaki ittifak sağlandığı ve nassın bütün imamlara aynı şekilde ulaştığı ve sıhhati konusunda aynı hükmün verildiği farz edilse bile- nassın nasıl anlaşılacağı konusundaki ihtilaf varlığını sürdürecektir.
Bu, lafzının birçok manaya gelen “müşterek” veya manası beyan edilmemiş “mücmel” bir lafız olması, -lügat ve beyan âlimlerinin bildiği- “hakikat” veya “mecaz” tarzında gelmesi gibi nassın türü ile ilgili bir ihtilaftır. Böyle durumlarda nassdan muradın ne olduğu müctehid tarafından açık bir şekilde anlaşılmaz.
Bu başlık altında ifade ettiğimiz ihtilaf, yukarıda anlattığımız sebeplerden kaynaklanabileceği gibi, nassın anlaşılmasında müctehidlerin kudret ve imkânlarının farklı farklı olmasından da kaynaklanır.
3-Mütearız nassların arasını bulma veya birini diğerine tercihteki ihtilaf;
Ulemanın nassın sübutu ve anlaşılması konularında ittifak ettiğini farz etsek bile, bir başka ihtilaf sebebi varlığını sürdürecektir; Söz konusu nassın, tercihe daha layık bir başka nassla zahiren tearuz/çatışma halinde olması. Böyle durumlarda, zahiren birbiriyle muazara halinde bulunan nassların arasını birleştirme(cem) veya birini diğerine tercih yolları noktasında ihtilaf ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda “nassın nasıl anlaşılacağı” sorusunun meseleye büyük ölçüde tesir ettiğini unutmayalım. Söz konusu nasslar arasında tearuz bulunmadığı görüşünde olan müctehid, (cem değil) tercih şıkkına yönelecektir. Bir müctehidin anlayışı diğeri için hüccet olmadığı gibi, başkasının görüşünü benimsemesi konusunda ilzam edici de değildir.
4-Usul kaidelerindeki ve bazı istinbat kaynaklarındaki ihtilaf;
Dördüncü husus da, hükümlerin kendisinden çıkarıldığı kaynağın hücciyyetindeki ihtilaftır. Her imamın, hadislerin kabul ve reddinde kendine mahsus kaide ve şartları vardır. Her biri, istinbatta kendine mahsus bir yol ve metot izler.
Söz gelimi imamlardan birisi Sahabe’nin fiil veya fetvasını şer’î nass gibi değerlendirip kuvvetli bir hüccet olarak görürken, bu noktada bir diğeri ona muhalefet eder.
Yine bir imam Medinelilerin amelini şer’î hüccet olarak kabul edip onu diğer bir kısım şer’î nassların önüne geçirir. Bir diğeri, ravinin, rivayet ettiği hadise aykırı ameli konusunda ötekilere muhalif bir tutum alır.
Yine imamlardan biri bir fiilin nasslarda yasaklanmış olmasının, o fiilin fasit olmasını gerektirdiğini söylerken diğeri bunda muhalefet eder… Bütün bu hususlar ve benzeri diğer meseleler Usul kitaplarında tafsilatlı olarak anlatılmıştır.
İzleyen sayfalarda inşaAllah bu 4 maddeyi teker teker ele alıp, onların her birinden kaynaklanan ihtilaflar hakkında pratik misaller zikredeceğiz.
Burada işaret edilmesi gereken bir nokta bulunmaktadır: Fıkhî ihtilaflar konusunda zikrettiğimiz bu 4 sebebin kimi meselelerde iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Böyle durumlarda bir sebep diğerlerinden ayrılmaz. Çünkü müctehidin izlediği yol ve metot,anlayış ve istinbatına tesir eden hususlardandır. Keza müctehidin, dayandığı ve kendisinden hüküm çıkardığı kaynağın da bu noktada tesiri söz konusudur.
Bu sebeple usul ve metotları birbirine yakın olan âlimler arasındaki ihtilafın çerçevesi daralırken, diğerleriyle aralarındaki ihtilaf daha geniş bir alana yayılmaktadır. Nitekim mutlak müctehidlerin ictihadı ile mezheplerden biriyle kayıtlı müctehidler arasındaki ihtilafın çerçevesine bakıldığında bu husus açıkça görülmektedir.
Bu itibarla kimilerinin mezhepleri ve görüşleri tek bir mezhepte birleştirme davasının -iaşret ettiğim vakıayla çatıştığı için- ciddiye alınır yanı yoktur. Aynı şekilde diğerlerinin, ulemanın fıkhî meselelerdeki ihtilafına hücum etmesi de dar görüşlülükten ve yanlış anlamadan kaynaklanan bir tutumdur.
Allah Teala’dan, bizi dinimizde fakih kılmasını dileriz. Allah kime hayır dilerse onu Din’de fakih kılar.
…………………………………………………………………
NASSIN SÜBUT BULUP BULMADIĞI KONUSUNDAKİ FIKHÎ İHTİLAF
“Hadis sahih ise mezhebim odur” SÖZÜNÜN MANASI;
Şüphesiz şer’î hükümlerin istinbatında ortaya çıkmış ve çıkacak olan ihtilaf bağlamında şer’î nassın sübut veya adem-i sübutu, ihtilaf sebeplerinin ilk sırasında yer alır.
Çünkü şer’î nass, bütünü müctehidler için birinci mercidir. Şer’î hükümlerin istinbatı şer’î nass merkezinde cereyan eder….
Bu itibarla nassın sıhhatinin sabit,delaletinin açık olması ve muarızının bulunmaması durumunda hüküm verirken o nassa dayanılacaktır. Bu noktada herhangi bir farklı görüş yoktur.
Müctehid İmamlar’ın “Hadis sahih ise mezhebim odur” sözünün manası budur. Şu da var ki, bazı kimseler bu sözden şunu anlıyor; ‘Hadis, imamlardan herhangi birisine ulaştığı zaman, imam o hadisin zahiri doğrultusunda görüş beyan etmek ve muktezasınca hüküm vermek zorundadır! Eğer böyle yapmazsa nassı terk etmiş ve hadisten yüz çevirmiş olur!’
Müslümanların imamlarından herhangi birisinin, içtihadı muktezasınca delaleti ve hükmü geçerli olan bir hadis-i şeriften yüz çevirmesi –haşa- söz konusu olamaz. Onlar, dindarlıklarıyla meşhur, adaletleriyle tanınan, takvalarıyla bilinen imamlardır. Allah hepsinden razı olsun.
Meseleye öyle bakanlar anlamıyor olmalılar ki, bir hadisin bir imama sadece “ulaşmış” olması başka şeydir, o hadisin o imam nazarında “sabit olması” ve tercihe daha layık bir muarızının bulunmaması başka şeydir.
Oysa şu nokta tartışmasızdır: İmamlardan her birinin hüküm istinbatında esas aldığı kendine mahsus kaide, usul ve esasları vardır. Bunlar hadisin sübut ve adem-i sübutuna dair olabileceği gibi, delaletine ve manasına yahut muarızının bulunup bulunmamasına vb. ilişkinde olabilir. Bu kaide ve esaslarda diğer müctehidler ona muvafık da olabilir, muhalif te…
Müctehidin veya müctehidlerin görüşü, Usul ve Füruda nuhalif bir müctehid için bağlayıcı bir hüccet değildir!
Müctehid İmamlar’ın istinbattaki tutumları ve nasslar karşısındaki tavırları bu söylediklerimizi teyit eder.
İmamlardan, diğer imamlar nazarında sahih olduğu halde kendi nazarında sahih olmayan hadislerin ifade ettiği hükümlerde onlarınkine muhalif bir görüş benimsemeyen yoktur. Veya tam aksi olarak, kendi nazarında sahih olduğu gerekçesiyle bir takım hadislerle amel eden bazı imamlar vardır ki, o hadisler diğer imamlar nazarında sahih değildir. Dolayısıyla onlar o hadislerin bildirdiği doğrultuda amel etmemişlerdir.
Ebu’l Feth el-Beyânûnî (Rahimehullah)
Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilâflar, sh: 39-40
Tercüme ve Notlar : Doç. Dr. Ebubekir Sifil
Dipnotlar;
14-2/el-Bakara, 228.
15-2/el-Bakara, 226.
16-Ebû Amr Zebbân b. el-Alâ’. Doğum yılı konusunda 55,65,68,70 tarihleri zikredilmektedir. 7 kıraat imamından biridir. Mekke, Medine, Küfe, Basra gibi merkezlerde ilim tahsili için bulunmuştur. 7 imam içinde en fazla hocadan ders almış olan odur. Sahabe’den Enes b. Mâlik, Tabiun’dan el-Hasenu’l-Basrî, Sa’îd b. Cübeyr, Âsim b. Ebi’n-Necûd, Atâ b. Ebî Rabah,
İkrime, Mücâhid gibi meşhurlardan ilim almıştır. Bilhassa Nahiv ve Kıraat ilimlerinde temayüz etmiştir. Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ, el-Asma’î, Sîbeveyh gibi Arap dili otoritelerinin hocasıdır. Biyografisini zikredenler, kıraat, şiir, Arap dili ve tarih konusunda emsalsiz olduğunu söyler. Hadis tenkitçileri ise kıraatte hüccet olmasının yanında, rivayetlerinde de sika (güvenilir) olduğunu vurgular. 154/770 yılında Kûfe’de vefat etmiştir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Üdebâ, III, 1316 vd.; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, XXXIV, 120 vd.; ez-Zehebî, Siyeru A’lâmın-Nübelâ, VI, 407.(Çev.)
17- el-Kurtubî, el-Câmi’ U Ahkâmi’l-Kur’ân, III, 113.
18-el-Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1,430.Çevirenin notu: Müellifin zikrettiği cilt-sayfa numaralan, el-Cassâs’ın Ahkâmu’l-Kur’âri mm elimizdeki iki baskısının hiç birisini tutmamaktadır. Yukarıdaki alıntı, eserin 5 ciltlik Dâru Ihyâi’t-Turâsi’I-Arabî-Müessesetu’t-Târîhi’l-Arabî ortak baskısında II, 55-6’da; 3 ciltlik Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî baskısında I, 364’tedir.
19-“Kur”‘ kelimesinin çoğuludur. Bu kelime “kar”‘ diye de okunur. (Çev.)
20-el-Kurtubî, A.g.e.,III, 113.
21-el-Mahlâvî, Teshîhı’I-VusûI, 240.
Çevirenin notu.
Gerek el-Mahlâvînin adı geçen eserinde, gerekse eş-Şevkânî’nin Irşâdu’I-Fuhûl’de yaptığı iktibas, müellifin verdiği şekildedir. ez-Zerkeşî’nin elimizde mevcut matbu el-Burhân nüshasındaki (IV, 108) ifadesi ise, ” Böylece mükellefler, delilin öyle gerektirmesi sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır…” tarzındadır. (Çev.)
22-Bu tabir, hicretin 5. yılında vuku bulan Hendek savaşı sürecini anlatır. Gatafan ve Kureyş, kendilerine destek veren başka kabilelerin de katılımıyla Medine’ye kalabalık bir ordu halinde saldırdığı için “Ahzab” (hizipler, gruplar) adıyla da anılır. Bu savaşta Benu Kureyza, Hz. Peygamber(s.a.v)’le yaptığı anlaşmayı bozup müşriklere yardım etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), Hendek savaşının hemen ardından, ara vermeden Benu Kureyza üzerine bir birlik gönderdi. Bkz. İbn Hişâm,es-Sîretu’n Nebeviyye,III,214 vd.
Hadisin buradaki ifadesinden Hz.Peygamber(s.a.v)’in Benu Kureyza muhasarasına iştirak etmediği
anlaşılmaktaysa da,doğrusu şudur ; Hz.Peygamber(s.a.v) Hz.Ali(R.A.) komutasında bir birliği hızlı hareket etmeleri emriyle önceden göndermiş,kendisi de diğer bir birlikle arkalarından gitmiştir.Bkz.İbn Hacer, Fethu’l-Barî,VII,413(Çev.)
23-el-Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Bkz.İbn Hacer, Fethu’l-Barî,VII,411.Bu misalin tafsilatı ileride,ihtilaf sebeplerinin ikincisinde zikredilecektir.
24-Cem’u’l-Fevâid, I,113. Bkz. Ebû Dâvud,”Taharet”, 128;en-Nesâî, “Hayz”, 28.
25-Buradaki “iki süremden kasıt, “doğum” ve -kocası ölen kadının iddetini tayin eden 2/el-Bakara, 234. ayette belirtilen- “4 ay 10 gün”dür. Dolayısıyla Hz. Ali ve İbn Abbâs (r.anhuma)’ya göre kocası ölmüş bulunan hamile kadın 4 ay 10 günden daha önce doğum yaparsa 4 ay 10 günün dolmasını bekleyecektir. Doğumun 4 ay 10 günden daha sonra olması durumunda ise, doğumla birlikte iddet de sona erecektir. (Çev.)
26-Meydana gelmemiş olayları meydana gelmiş gibi farz edip hükmünü araştırmak. Özellikle Irak coğrafyasında yaygınlık kazanan ve “takdirî fıkıh”da denen bu tarzın Fıkıh melekesinin yerleşmesine ve Fıkıh ilminin gelişmesine son derece önemli katkıları olmuştur.
27-Buradaki “nass”dan kasıt, Hadis-i şeriflerdir.(Çev.)
28-Hadis tenkidçileri tarafından ravinin “adaletli/güvenilir) veya “zayıf/güvenilmez” bulunması.(Çev.)
29- Şâzz: Hadis Usulü’nde, makbul bir ravinin kendisinden daha makbul bir ravinin rivayetine aykırı nakilde bulunmasıdır. Bkz.es Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî,I,194-5; Ali el-Karî,Şerhu Şerhi Nuhbeti’l-Fiker,336.(Çev.)