21.11.2024 - EHLİ SÜNNET MEDYA
Ehli Sünnet Medya

Mevdudi Kimdir?

  Mevdudi, Çeştiyye tarikatının büyüklerinden olan hoca Kutbuddin Mevdudi Çeştinin torunlarındandır. Ecmir’de medfun olan Mu’inuddin-i Çeşti, Kutbuddinin halifelerinden Osman haruninin halifesidir. Kutbuddin Mevdudi 1132’de Çeşt’de vefat etti. Çeşt, Hirat kariyyelerindendir.

    Mevdudi, 1903 senesinde Haydarabad’da doğdu. 1979 Eylül ayında Amerika’da öldü. Pakistan’da defnedildi.

    Gazeteci olarak hayata atıldı. İlk olarak 1927 de (İslamda Cihad) kitabını yazdı. Bu kitabında ihtilal fikirlerini yayıyordu.

Mevdudi, İslamın bütün ana prensiplerini kendi mantığı ile çözmeye kalkışmış, İslam âlimlerinden hep ayrılmıştır. Kitapları incelenirse kendi mantığını, kendi düşüncelerini, İslamiyet olarak yaymak çabasında olduğu kolayca sezilir. İslamiyeti modern hükümet şekline uydurmak için çeşitli kılıflar uydurmaktadır.

   İngilizlerin ve uşaklarının o dönemde İslam âlimlerini yok etmesi ve fetret devri Mevdudi’ye yaradı. Mevdudi bu bu dönemi kendi lehine kullanmayı başardı. Hind müslümanlarının milli hareketlerine karıştı. İslam müctehidlerinin başarılarını kendisine mal etmek için çok yazılar neşretti. Bu yazılarında, kendisine milli önderlik ve telkin edicilik süsü verdi. Çok kurnaz davranarak partinin başına geçti. Hâlbuki Pakistan’ın kurulması fikrini ortaya koyup bu yolda çalışanlar başkalarıydı. Başlarında Ali Cinnah bulunuyordu. Ali Cinnah, Hind Müslümanlarına istiklal fikrini aşılarken ve onları birleşmeye çağırırken Mevdudi kendi çıkarına isteklerde bulununca fitneyi önlemek için hap edilmesine fetva verildi.

   Fitne bastırılıp 1947’de Pakistan devleti teşekkül edince, 1950 yılında serbest bırakıldı. Ehli Sünnetin temiz müslümanlar yeni devlet içinde İslam davasını güderken, Mevdudi (Kadıyani) denilen bozuk bir din ile fikirleri meşgul etmeye başladığından 1953 de mahkeme olunarak 26 ay daha hapsedildi.

   O hapiste iken Müslümanları koruan anayasa hazırlanmıştı ve 1956’da kabul edildi. Fakat hapisten çıkar çıkmaz ihtilal fikri aşılayan yazıları ortalığı hemen karıştırdı. Anayasanın yasak edilmesine ve örfi idarenin ilanına sebep oldu. 1962’de yeni anayasa yürürlülüğe kondu. Fakat mevdudi yine rahat durmadı. İslam Cemaati teşkilatının kapatılmasına da sebep oldu.  1964 başında tekrar hapsoldu. Fakat genel afdan istifade ederek az zamanda kurtuldu.

   İnsan hakları ve adalet diye bağırarak ihtilal çıkarma sevdasına düştü. Keşmir’de karışıklıklara yol açtı. Hintliler bundan yararlanarak Keşmire saldırdı.

   Mevdudi el altında Suudi Arabistan ile de işbirliği yaptı. Mezhepsizliği her İslam ülkesine yaymak için kurulmuş olan Medine’deki istişare heyetine a’za oldu. Yine yanaşmaya kalkıştığı kimseler tarafından hapsedildi.

   Karaşi Medresesinin müdürü (Pakistan Medreseeleri vifakı)nın reisi Muhammed Yusuf Benuri 1977 senesinde vefat etti. “El-üstadül-Mevdudi”kitabında Mevdudi’nin ehliyetsiz ve mezhepsiz olduğunu uzun uzun anlatmaktadır. Bu kitap Arabi olup, İstanbul’da ofset ile bastırılmıştır. Yedinci sahifeden başlayarak diyor ki:
   “gençliğinde, niyaz Fethpuri isimnide bir mülhidi katip yaptı. Bunun sapık fikirleri ile bozuldu. Bunun yardımı ile çeşitli dergilere yazı vererek geçimini sağladı. Sonra “Cemiyyetül Ulema’il Hin” idaresini ele aldı. Müftü Muhammed Kifayetullah ve Şeyh Ahmed Sa’idi Dehlevinin yardımları ile “Müslim”, 1933’de “Tercüman-ül Kur’an” dergisini çıkardı. Sonra dört arkadaşı ile birlikte “Darül İslam” idaresini kurdular. Bu arkadaşları, Muhammed Mauzur Nu’mani, Ebül Hasen Ali nedvi Lüknevi, Emin Ahsenü İslahi ve Mes’ud Alimül-Nedvi idi.
   Nihayet 1941’de “El-Cemaatül İslamiyye” idaresini tesis etti. Şeyh Münazır Ahsen-ül Geylani, Seyyid Süleyman-ün-Nedvi, Abdülmacid Deryabadi gibi meşhur kimselerin methiyelerine kavuştu fakar sapık fikirlerini yaymaya başlayınca ipler koptu.
   Kitaplarına karşı ilk reddiyeyi yazan şeyh Münazır Ahsen-ül Geylani oldu. Abdülmacid Deryabadi’nin çıkardığı “Sıdk-ul Cedid” dergisinde “Yeni bir harici” başlığı ile ilk reddiyesini yazdı. Sonra Süleyman-ün Nedvi ve Hüseyn Ahmed-ül Medeni, Mevdudiye reddiyeler yazdılar.”

  NEDEN YANLIŞTA?
   Mevdudi bir din adamı değildir. Bir politika, siyaset adamıdır. Urdu dilinde akıcı bir kalemi vardır. Fakat kitaplarının günahı, faydalarından büyüktür.
   Mevdudinin yanlışa düşmesinin sebebi, din bilgilerini ehlinden öğrenmedi. Arabi ilimlerde maharet kazanmadı. Hakiki din alimlerinin sohbetlerine kavuşmadı.

   İslamiyeti ehlinden öğrenmeyip, kendi felsefesini işin içine karıştırınca sapıtmak da kaçınılmaz oldu. Bu nedenle sebep olduğu şerler, hayırlarına büyük üstünlükle galiptir.

   Bilhassa Urdu dilinde yazdığı kitaplarında, Ashab-ı Kirama dil uzatmakta, Halife-i Raşid olan hazreti Osman’ı lekelemeye çalışmaktadır. İslamiyetin ıstılahlarını ve ayet-i kerimeleri değiştirmektedir. Salef-i Salihine hakaret etmektedir.

   “Sarra’” sahibi Kusaymi ve “Camiat-ul Medine” müderrislerinden Muhammed Zekeriyya da önce Mevdudi’nin yazılarını beğeniyordu. Sonra sapıklığını, delaletini anlayınca kendisine nasihat mektubu yazdı. Sonra onun bozuk fikirlerini bildiren risale neşretti. Doktor Abdürrezzak Hezarevi pakistani, bunu Urdu dilinden arabiye tercüme ve şerh eyledi. Bunu okuyanlar Mevdudi’nin fikirlerini iyi anlar.

BİRKAÇ ÖRNEK VERECEK OLURSAK:

Kendi devrindeki Hind uleması Mevdûdi’nin küfrüne fetva vermişlerdir. Mevdûdi 1933’te çıkarmış olduğu Tercümanü’l Kur’ân adlı dergide hayatından şöyle bahseder: “1916 ve 1921 seneleri arasında avukat olan babamın felce uğramasından dolayı tahsilimin bitirmekten geri kaldım. Diyar diyar dolaşıp iş aradım. Nihâyet Hind’deki ulemadan oluşan bir cemaat tarafından yayımlanan Cemiyet adlı dergide çalışmaya başladım. Hakikaten bende yazı yazma kabiliyeti, üstün zekâ vardı. Fakat benim arzum bu olmadığı için, edebiyat, mantık, hadîs ilimleri okumak istedim. Bu gaye ile o çalışmayı bıraktım ve Haydarabad’a döndüm. Ne fayda ki mâişet derdi peşimi bırakmadı, tekrar yazmaya başladım. Zira fıtratımda konuşkanlık, fesahat, aşırı zekâ ve edebî bir uslub vardı. Bu yönümü geliştirme çalışırken muhterem (!) yazar Niyazi Fetahpori ile tanıştım. Kendisi kuvvetli bir yazardı. Sohbetine kavuştuğum zamanda içimdeki yazarlık melekesi fiile geçti. İşte Fetahpori sayesinde Tercüman Kur’ân adlı dergimi çıkarmaya başladım.” (Mevlana Mevdûdi, s. 2-3, Müellifi Es’ad Geylani) Görülüyor ki, Mevdûdi gençliğinde ilmini Pakistanlı meşhur Fetahpori’den almıştır. Fetahpori, yazılarında cennet ve cehennem ile alay eder… Ve nihâyet İslâm dîninden rücu ettiğini kendi ağzıyla söyler. İşte bu mürted Fetahpori’nin Mevdûdi’ye emdirdiği zehir, Mevdûdi’nin kalbini bozmuş; kalemini kaydırmıştır.

HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)’E SUÇLAMA
Mevdûdi, Resailu’l Beyânadlı risâlesinin 1362 târihli üçüncü baskısının 156. Sayfasında şöyle yazmıştır: ‘Yirmi üç sene zarfında Nebî (s.a.v.)’in nübüvvet görevini eda ederken yapmış olduğu eksiklik ve taksiratından dolayı, Nasr Sûresi’nin son âyetinde AllâhüTe‘âlâ, O’na istiğfar etmesini emretti.’ Mevdûdi’nin bu yanlış algısına verilecek cevap ve Âyetlerde geçen “istiğfar emri”nden maksad nedir?
Peygamberlerin, tevbe ve istiğfar etmelerinin sebebi, ümmetlerine yol göstermek ve kendilerine uyulması içindir. Yine tevbe ve istiğfardaki mâna, Allâh (c.c.)’un muhabbetini dilemektir.
Nebî ve Resûllerin, her zaman kemâli taleb etmek için bir hâlden bir hâle intikâl etmeleri, mübah olanı terkediptaata yönelmeleri, tevbe ve istiğfar etmeleri; AllâhüTe‘âlâ’nın muhabbetini celbetmeleri içindir. Denilir ki, Peygamber (s.a.v.)’in ve diğer peygamberlerin çok tevbe ve istiğfar etmeleri; Allâh (c.c.)’un nimetlerine şükretmek, (Ubudiyyet hakkını yerine getirmekteki) noksanlığı i’tirâf ederek kulluk ve huşu’a sarılmak (huşu: korku ile karışık sevgiden kaynaklanan edebli bir hâl) bakımından idi.1
Pakistan’da büyük hadîs âlimlerinden Medrese-i Arâbiye Müdürü Muhammed Yusuf el-Bennurî tarafından 1966 yılında Karaçi’de neşredilen “Mevdûdi ve Fikirlerinden Bazı Nebzeler” isimli eserde bu konu şöyle ele alınmıştır:2
Allâh (c.c.)’un bu emri nerede, kusur etmek ve vazife yapmamak nerede!..Anlaşılan Mevdûdi, günah olmadan tövbe olmaz biliyor. Ve Peygamber (s.a.v.)’in vazifesini eda husu-sunda, -hâşâ- günah işlediğini, kusur ettiğini sanıyor. Zavallı bilmiyor ki Resûlullâh’ın (s.a.v.) istiğfarının mânâsı başkadır. O, namâzdan çıktığı zaman “Estağfirullah, estağfirullah!” derdi. Namâzgünahmıydı ki, ondan dolayı Rabbine istiğfarda bulunurdu? Helâdan çıktığında, “Ğufrânek”, “Allâh’ım senin affını dilerim.” derdi. Acaba Rabbine isyan mı etmiş de af di-liyordu? Böyle, birçok yerde istiğfar ederdi.
Mevdûdi, Peygamber (s.a.v.)’in -hâşâ- masum olmadığını, O (s.a.v.)’ndan bu dîni bize nakleden sahâbenin de cahiliyet hastalıklarından kurtulamadıkları bir şeyler kaldığını iddia et-mektedir. Şu hâlde dînden emniyet kalkıyor demektir. Öyleyse biz dîni, kimlerden alacağız?

HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)’İN İSMET SIFATININ DEVAMLI OLMADIĞI GÖRÜŞÜ
Mevdûdi’nin Tefhimü’l-Kur’ân (Baskı 3, c. 2, s. 57) adlı kitabında şöyle bir ibare yer almaktadır: “Masumluk sıfatı, peygamberlerden ayrılmaz bir sıfat değildir. AllâhüTe‘âlâ, onlardan bu özelliği kaldırdığı zaman, diğer insanlardan farkları olmaz ve nitekim bazı zamanlarda AllâhüTe‘âlâ, onlara isyan işletir ki, insanlar onların ilah olmadıklarını ve insan olduklarını görsünler, bilsinler. Binaenaleyh bu, onların hakkında Allâh’ıni’lânıdır.” Mevdûdi’nin Nebî (s.a.v.) hakkındaki bu görüşlerine verilecek cevap nedir?
Eğer Mevdûdi’nin söylediklerini kabul edecek olursak Nebî (s.a.v.)’den bize ulaşan her şeyi şüphe ile karşılamamızgerekir. Çünkü bize ulaşan bu bilgi, O (s.a.v.)’in -hâşâ- mâsumiyetinin üzerinden kaldırıldığı bir zamanda kendisinde sâdır olmuş olabilir! Bu da Cenâb-ı Hakk’ın, Resûlü’ne her zaman her hususta itaat edilmesi emriyle çelişir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ve diğer peygamberlerin, Allâh (c.c.)’un varlığını ve topluca sıfatlarını bilmemekten korunmuş oldukları hakk ve gerçektir. Bu husus, kendisine peygamberlik geldikten sonra aklî delîller ve icma ile kendisine peygamberlik gelmeden önce ise işitme ve nakli delîllerle sabittir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, dîn işlerinde beyan buyurduğu, vahiy yolu ile Rabbinden alıp tebliğ buyurduğu hususlarda ilme muhalif bir hâlde bulunması da kesin olarak vâki değildir. Bu husus da aklî ve şer’îdelîllerle sabittir. Allâh (c.c.), Peygamberimiz (s.a.v.)’i yalan söylemekten ve sözünde durmamaktan korumuştur. Yalan söylemenin ve sözünde durmamanın; O’nun için imkânsız olduğu şer’î, aklî ve nazarî delîllerle sabittir. Kendisine peygamberlik gelmeden önce yalan söylemekten kesin olarak münezzehtir. Büyük günahlardan münezzehtir. Küçük günahlardan da uzaktır. Devamlı olarak unutmak ve gaflet içinde bulunmaktan, ümmeti için Allâh (c.c.)’un gönderdiği hükümlerde kendisine devamlı unutma olmasından ve hata etmekten korunmuştur. Rıza hâlinde olsun, öfkeli iken olsun, ciddi konuşurken olsun, şaka yaparken olsun bütün hâllerinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz korunmuştur.3
Uyarı: Bu hususlara sımsıkı sarılman ve bunları kesinlikle kabullenmen sana vâcibtir. Bu bölümleri hakkıyla bilmenin, faydası büyük olduğu gibi tehlikesinin de büyüklüğünü bilmen gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e vâcip, câiz ve imkânsız olanları; peygamberin getirdiği hükümlerin (farz, vâcib, sünnet gibi) şekillerini bilmeyen kimse, zikredilen hususların, aldıkları hükmün tersine bir inanca sahip olmaktan emin olamaz. Peygamberimiz (s.a.v.) için düşünülmesi câiz olmayan bir şeyi O’na isnad etmek suretiyle veya Peygamber (s.a.v.)’de olmayandan kendisini tenzih etmez de böylece bilmediği hâlde helak olur; cehennemin en derin ve aşağı tabakasına düşer. Çünkü bâtıl olanın Peygamber (s.a.v.)’de mevcud olduğunu sanmak ve Peygamber (s.a.v.)’e câiz olmayanı ona isnad edip inanmak sâhibini helâk ve hüsrana götürür.4

Dipnotlar
1 Kâdıİyâz, Şifa-i Şerîf, s. 590
2 AhmedDâvudoğlu, DîniTa’mir Davasında Dîn Tahripçileri
3 Kâdıİyâz, Şifa-i Şerîf, s. 590-591
4 Kâdıİyâz, Şifa-i Şerîf, s. 590-591
(HAK DİNİN BATIL YORUMLARINA CEVAPLAR, MİSVAK NEŞRİYAT)

BU SAYFAYI PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

YORUM YAPABİLİRSİNİZ